Ersan Şen Hukuk ve Danışmanlık - Kovuşturmanın Yol Haritası İddianame

Prof. Dr. Ersan Şen

Mehmet Vedat Ervan

Kovuşturmanın Yol Haritası İddianame
18.11.2020 / Prof.Dr. Ersan Şen, Stj. Av. Mehmet Vedat Ervan

1. Genel Olarak

 

Türk Ceza Yargılamasında muhakeme iş ve işlemleri, bir suçun işlendiği izlenimini veren bir halin cumhuriyet savcısı tarafından öğrenilmesi ile başlar. Bu durumda cumhuriyet savcısı, Ceza Muhakemesi Kanunu m.160 uyarınca işin esasını araştırmaya başlar. Kanun koyucu, cumhuriyet savcısına bu araştırmayı yapıp yapmama konusunda herhangi bir takdir salahiyeti tanımamış ve araştırma yapma mecburiyeti getirmiştir. Bu doğrultuda cumhuriyet savcısı, gerekli araştırma ve incelemeleri yapmalı, suçun işlendiği izlenimini veren halin iddianame düzenlenmesi için yeterli şüphe seviyesine ulaşıp ulaşmadığını takdir etmelidir.

Suçun işlendiğine dair en azından basit bir şüphenin varlığı ile başlatılan soruşturma; kamu davası açılması için hazırlanması gereken iddianamenin esasını teşkil edecek yeterli delile ulaşılmadığından bahisle kovuşturmaya yer olmadığına dair kararla veya isnat edilen suçlamanın, suç oluşturmadığının herhangi bir araştırma yapılmaksızın açıkça anlaşılması ya da ihbar veya şikayetin soyut ve dayanaktan yoksun olması nedeniyle soruşturmaya yer olmadığına dair kararla veya yeterli delile ulaşıldığından kamu davasının esasını ve yol haritasını teşkil eden iddianamenin hazırlanması ile son bulur.

Kanunda gösterilen vasıtalarla hukuka uygun şekilde elde edilen deliller sonucunda yeterli şüpheye ulaşıldığında, cumhuriyet savcısı CMK m.170 uyarınca bir iddianame düzenleyecek, ancak kovuşturma evresi iddianamenin düzenlenmesi ile değil, düzenlenen iddianamenin gönderildiği mahkemece kabul edilmesi ile başlayacaktır. İddianamenin kabulü kararı ile hakkında soruşturma yürütülen kişi sanık sıfatını haiz olacaktır, bu aşamaya kadar ise şüpheli sıfatını taşır.

Kovuşturma aşamasına geçilmesiyle birlikte, mahkeme huzurunda ortaya koyulan aleyhe iddia ve delillere karşı sanığın, yargılamaya konu fiili işlemediğine dair savunma yapması gerekmektedir. Bu savunmasında esas alacağı hususlar, iddianamede belirtilen fiiller ve delillerdir. Bu bakımdan iddianame, “suçlama belgesi” olarak da tanımlanabilir.

Cumhuriyet savcısı bu suçlama belgesinde, şüphelinin yalnızca aleyhine olan hususları değil, lehine olan hususlara da yer vermelidir. Cumhuriyet savcısı bir kamu görevlisi olduğundan ve bu suretle kamu gücünü kullanabildiğinden, sanığa veya avukata nazaran delil elde etmesi daha kolaydır. Dolayısıyla, sanığın adil/dürüst bir şekilde yargılanabilmesi için savcının soruşturma aşamasında lehe olan delilleri de toplaması öngörülmüştür. Bu bakımdan, hukuk öğrenimi görmüş olmaları ve dosya içeriğini hukuk süzgecinden geçirerek inceleyebilmeleri sebebiyle muhakeme sistemimizde avukatların da delil toplayabilmesi için kendilerine daha etkin yetkiler verilmesi yerinde olurdu. Ancak uygulamada; CMK m.153/2 uyarınca soruşturmanın somut gerekçeye yer verilmeksizin savunma tarafına kısıtlanması ve iddianamenin iadesi sürecine avukatın katılamaması gibi sebeplerin, savunmanın ve avukatın soruşturmada etkinliğini azalttığı, özellikle tutuklu şüpheliler bakımından dosya gizliliğinin ciddi mağduriyetlere yol açtığı bilinmektedir. Tutuklama tedbirine soruşturmanın başında başvurulduğunda veya uzun sürecek soruşturmalarda tutuklama tedbiri baştan tatbik edildiğinde, savunmaya karşı alınan gizlilik kararı ile birlikte savunmayı temsil eden avukatın deyim yerinde ise elinin kolunun bağlandığı, soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcısı ile temasın sağlanamadığı, delil toplama ve değerlendirme sürecine katkı verilemediğinde şüpheli yönünden bu mağduriyetin giderek arttığı görülmektedir.

Mahkeme, kabul ettiği iddianame ile bağlıdır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 225. maddesine göre iddianame, mahkemenin kuracağı hüküm ve suça ilişkin yapacağı değerlendirme bakımından yetkisini tayin etmektedir. Madde uyarınca mahkeme; yalnızca iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve fail hakkında hüküm kurabilir, ancak fiilin hukuki nitelendirmesinde serbesttir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 07.05.2019 tarihli, 2019/1-95 E. ve 2019/380 K. sayılı kararında; “Soruşturma aşamasında elde ettiği delillerden ulaştığı sonuca göre iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, düzenlenen iddianame ile CMK’nın 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede, yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. İddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık” oluşturacağını belirtmiştir.

Hal böyle iken, Türk Ceza Yargılamasında benimsenen sistemde gözönüne alındığında, cumhuriyet savcısı tarafından hazırlanan iddianame; yargılama süreci boyunca mahkemece izlenilmesi gereken bir “yol haritası” niteliğindedir. Mahkeme; fiilin nitelendirilmesi, yani iddianamede belirtilen sevk maddeleri haricinde kalan hususları ile bağlı olduğundan, iddianamenin CMK m.170’de belirtilen hususları içermesi ve bu yönü ile detaylı bir şekilde hazırlanması gerekir. İddianamenin uzun olması değil, CMK m.170 ve m.174’e göre hazırlanmak suretiyle belirliliği içermesi lüzumludur. Suçlama belgesi olan ve itham sisteminde kamu davasının açılmasının şartı sayılan iddianame; yer verdiği fiil ve failler yönünden anlaşılabilir, birden fazla şüpheli hakkında hazırlanmışsa bireyselleştirilmiş, iddia ile delil arasında irtibat kurulmuş şekilde kaleme alınmalıdır.

Bu nitelikte bir iddianamenin hazırlanabilmesi için cumhuriyet savcısının titiz ve kapsamlı bir araştırma yapması gerekir. Bu araştırmanın tamamlanması uzun sürebilmekle birlikte, tutuklama veya elkoyma tedbiri gibi herhangi bir tedbirin uygulanması sözkonusu olmadığı sürece, hak ihlaline veya kaybına neden olunmayacağından, kişiler üzerinde olumsuz bir etki doğmayacağı düşünülebilirse de, koruma tedbirlerinden hiçbirisi uygulanmasa da soruşturma evresinin çok uzun sürmesi, şüphelinin “suçsuzluk/masumiyet karinesi” kapsamında güvence altına alınan lekelenmeme hakkını zedeleyebilecektir. Şüpheli tutuklu ise, makul sürede yargılanma hakkı gözardı edilemez. Bu nedenle; cumhuriyet savcısı tarafından yapılan araştırma neticesinde “takipsizlik” veya “soruşturmaya yer olmadığına dair karar” verilmesi mümkünken, soruşturmanın daha fazla uzatılmaması, bir an önce şüphelinin lehine olan kararın verilmesi doğru olacaktır. Nitekim CMK m.193/2’e göre; toplanan deliller gözönünde bulundurulduğunda, mahkumiyet haricinde bir karar verilmesi kanaatine ulaşıldığında, sorgusu yapılmamış olsa dahi dava sanığın yokluğunda bitirilebilmektedir. Görüleceği üzere kanun koyucu; soruşturma aşaması tamamlanıp kovuşturma aşamasına geçildiği, yani bireyin atılı suçu işlediğine dair iddiaların mahkemede tartışılacak ciddiyette olduğunun tespit edildiği durumda dahi, kişi hak ve hürriyetlerini maddi gerçeğin ortaya çıkarılması amacına üstün tutarak sorgusu yapılmayan kişi hakkında mahkumiyet dışında diğer hükümlerin verilebileceğini düzenlemiştir. Hal böyle iken; henüz soruşturma aşamasında olan dosyalarda, şüphelinin lehine olan kararlardan birisinin verilebileceği anlaşıldığı anda bu karar verilmeli, “belki şüphelinin aleyhine olabilecek bir delil elde edilir” düşüncesiyle soruşturma uzatılmamalı, bireyin lekelenmeme hakkı korunmalıdır. Ancak elbette bu düşünce; soruşturma eksik tamamlanarak kovuşturma aşamasının uzatılması sakıncasını doğurabileceğinden, şüphelinin lehine ve aleyhine olabilecek tüm deliller toplandıktan sonra iddianamenin sunulması gerektiği tartışmasızdır. Bu dengenin iyi korunması, bir taraftan maddi hakikate ve adalete ulaşılması amacıyla soruşturmanın iyi yürütülmesi ve diğer taraftan da özellikle koruma tedbirlerinden kaynaklanabilecek mağduriyetin önüne geçilmesi, lekelenmeme hakkının da gözetilmesi gerekir.

Soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcısının delillerin toplanması ve değerlendirilmesi amacına ulaşılabilmesi için yeterli uzmanlığa sahip adli kollukla hareket edebilmesi gerekir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 164. maddesinde “adli kolluk” kavramına yer verilse de, henüz adli kolluk teşkilatının kurulmadığı ve idari kolluğun aynı zamanda adli kolluk olarak da görev yaptığı görülmektedir. Adli kolluk teşkilatı, iyi bir ceza yargılaması için kaçınılmaz lüzumu haiz bir unsurdur.

Yargıtay 13. Ceza Dairesi 02.02.2012 tarihli, 2011/27923 E. ve 2012/2008 K. sayılı kararında; “Yeni Türk Ceza Adalet Sisteminde benimsenen, Kişilerin Lekelenmeme Hakkı ile Eksiksiz soruşturma ve Tek Celsede Duruşma prensipleri uyarınca, soruşturmayı yürüten Cumhuriyet savcılarının makul sürede bütün delilleri toplamaları, sadece mahkûmiyetle sonuçlanacağını değerlendirdikleri hususları dava konusu yapmaları, beraatle sonuçlanacağını değerlendirdikleri eylemleri dava konusu yapmamaları, yani bir nev'i filtre görevi yapmaları gerekir” ifadelerini kullanmıştır.

Belirtmeliyiz ki; soruşturma evresinde tutuklama tedbiri gibi bir tedbir uygulandığı vakit, cumhuriyet savcısı tarafından işlemler süratle tamamlanmalı ve kovuşturma evresine geçilmelidir. Temel hak ve hürriyetleri en kapsamlı şekilde sınırlayan tutuklama tedbirine, gerek soruşturma ve gerekse kovuşturma evresinde istisnai ve son çare olarak başvurulmalıdır. Ancak uygulama dikkate alındığında, tutuklama tedbirine umumiyetle başvurulduğu ve şartlarının oluşup oluşmadığı detaylı bir şekilde incelenmeden tutuklama kararlarına yapılan itirazların reddedildiği görülmektedir. Bu hatalı tatbikat, kişiler bakımından hak ihlaline neden olabileceği gibi, Devletin de tazminat yükümlülüğü altına girmesine sebebiyet verebilecektir.

Soruşturma sırasında eksik inceleme yapılması, Ceza Muhakemesi Hukukunda benimsenen “hükmün kolektif verilmesi” ilkesine aykırılık teşkil eder. Yeterli delil toplanmadan, özellikle savcıda yeterli şüpheye sebebiyet verecek bir vaziyet tezahür etmeden kamu davasının açıldığı durumlarda, savcılık makamına yüklenen iddia külfeti mahkemeye geçmiş olacaktır. Bu nedenle; yeterli delil ile ortaya koyulamayan şüphenin varlığı halinde, bu iddianame mahkemece kabul edilmemeli ve savcılığa iade edilmelidir.

2. İddianamenin İçeriği

 

İddianamenin unsurlarının önemli bir kısmı “Kamu davası açma görevi” başlıklı CMK m.170’de ve iddianamenin iadesi yönünden de birkaç unsuru “İddianamenin iadesi” başlıklı CMK m.174’de öngörülmüştür. Bunların tümü emredici unsurlardır. Bu zorunluluk, CMK m.174’ün lafzında net bir şekilde ortaya koyulmuştur. Bu maddelere uygun düzenlenmeyen iddianame iade edilmelidir.

CMK m.170; yetkili mercii ile iddianamenin düzenlenebilme şartını açıkladıktan sonra, iddianamenin içeriğinde yer alması gereken bilgileri saymıştır. CMK m.170/3 uyarınca iddianamede; şüphelinin kimliği, müdafinin kimliği, öldürülen, mağdur, veya suçtan zarar görenin kimliği, mağdurun veya suçtan zarar görenin vekili veya yasal temsilcisinin kimliği, açıklanmasında sakınca bulunmayan hallerde, ihbarda bulunan kişinin kimliği, şikayette bulunan kişinin kimliği, şikayetin yapıldığı tarih, yüklenen suç ve uygulanması gereken yasa maddeleri, yüklenen suçun işlendiği yer, tarih ve zaman dilimi, suçun delilleri, şüphelinin tutuklu olup olmadığı, tutuklanmışsa, gözaltına alma ve tutuklama tarihleriyle bunların süreleri yer almalıdır.

İddianamenin sonuç kısmında, işlenen suç dolayısıyla ilgili yasada öngörülen ceza ve güvenlik tedbirlerinden hangilerine hükmedilmesinin istendiği; suçun tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, ilgili tüzel kişi hakkında uygulanabilecek güvenlik tedbiri açıkça belirtilir.

Cumhuriyet savcısının hazırlayacağı iddianamede, yüklenen suçun ve uygulanması gereken kanunun, yani sevk maddelerinin de gösterilmesi gerekir. Bu husus, CMK m.170/2-h’de açıkça ifade edilmiştir. İddianamede bu unsurun eksik bırakılması, CMK m.174/1-a’ya göre iddianamenin iadesi sebebi sayılmıştır.

Yine CMK m.170 uyarınca iddianamede salt bu bilgilere yer verilmesi yeterli görülmemiş, maddenin 4. fıkrası uyarınca savcının işlendiğini iddia ettiği suçu oluşturan fiiller ile elde ettiği delilleri ilişkilendirerek açıklaması aranmıştır. Savcı bu ilişkilendirmeyi yapamadığı takdirde, yeterli araştırmayı yapmadığı veya yeterli şüphe yoğunluğuna ulaşılmadığı sonucuna varılmalıdır. Bu durumda; kovuşturma aşamasına geçilmesi lüzumsuz olacağından, iddianamenin düzenlenmemesi, yani kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmesi veya düzenlenmiş ise CMK m.174 uyarınca mahkemece iddianamenin iadesine karar verilmesi gerekir.

Yargıtay 14. Ceza Dairesi 24.12.2014 tarihli, 2012/11601 E. ve 2014/14838 sayılı kararında; “CMK.nın 170. maddesinin 3, 4 ve 6. fıkraları uyarınca iddianamede mağdur veya suçtan zarar görenlerin kimliği, yüklenen suç ve uygulanması gereken kanun maddeleri mevcut delillerle ilişkilendirilerek yüklenen suçu oluşturan olaylar gösterilmeli, aynı Kanunun 225. maddesine göre de hüküm, ancak iddianamede unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilmelidir. Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Dairemizce de benimsenen 21.02.2012 gün 4/570-51 sayılı Kararında açıklandığı üzere, soruşturma evresinde elde ettiği kanıtlardan ulaştığı sonuca göre iddianameyi hazırlamakla görevli iddia makamı, 5271 sayılı CMK’nın 225/1. maddesi uyarınca kovuşturma aşamasının sınırlarını belirlemektedir. Bu bakımdan iddianamede yüklenen suçun unsurlarını oluşturan fiil/fiillerin nelerden ibaret olduğunun hiçbir duraksamaya yer bırakmayacak biçimde açıklanması zorunludur. Böylelikle sanık, iddianameden üzerine atılı suçun ne olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde anlamalı, buna göre savunmasını yapabilmeli ve kanıtlarını sunabilmelidir. İddianame, sanığa isnat edilen ve suç sayılan maddi fiilleri açıkça göstermeli, hukuki nitelendirmesi yapılan fiilin kanunda karşılığı olan suç ve cezası hakkında bilgi içermelidir. İsnat edilen suçun dayanağı olan maddi olaylar hakkında savunmasını yapabilecek şekilde sanığın bilgilendirilmemesi, İnsan Avrupa Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkına ilişkin 6/3-a maddesinin ihlaline” yol açacağını belirtmiştir.

Yargıtay 14. Ceza Dairesi kararının devamında; “somut olayda hükme esas alınıp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen 04.11.2008 günlü iddianamede, sanıklar haklarında suç işlemek amacıyla örgüt kurma ve bu örgüte üye olma eylemlerine ilişkin anlatımlarda bulunulup, bu suçlardan da beraat kararı verildiği, 5271 sayılı CMK’nın 225. maddesi gözönüne alınarak değerlendirme yapıldığında fuhuş suçu ile ilgili olarak iddianamede mağdurelerin kimlikleri yer almadığı gibi, sanıkların her bir suç için suça ilişkin mağdure belirtilerek maddi fiillerinin açıkça kişi yer ve zaman gösterilerek açıklanması gerekirken, mağdurelerin yönelik fiillerden iddianamede bahsedilmeksizin sadece bir tek sevk maddesi gösterilmesi karsısında sanıklar haklarında fuhuş suçuna ilişkin olarak da kamu davaları açıldığının kabul edilemeyeceği gözetilmeden, yargılamaya devam edilip yazılı şekilde hükümler kurulması suretiyle Anayasanın 90, İnsan Avrupa Hakları Sözleşmesinin adil yargılanmayı düzenleyen 6. ve 5271 sayılı CMK’nın 225. maddelerine aykırılık teşkil etmesi nedeniyle hükmün bozulmasına” karar vermiştir.

Yargıtay 14. Ceza Dairesi; ilk önce iddianamede yer alması gereken unsurları belirtmiş, sonrasında ise yargılamanın bu suçlama belgesinde yer alan fiil ve faillerle sınırlı olacağını açıklamıştır. Dolayısıyla, iddianamede savunma yapılması gereken fiiller özellikle belirtilmelidir. Dava konusu olayın açıklanması sırasında başka bir olaydan daha bahsedilmiş olması, o olay hakkında da dava açıldığı anlamına gelmez[1]. Bu hukukumuzda benimsenen “davasız yargılama olmaz” ilkesine de ters düşer.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, 20.09.2016 tarihli, 2016/14-84 E. ve 2016/303 K. sayılı kararında; “Anılan kanuni düzenlemelere göre, iddianamede açıklanan ve suç oluşturduğu iddia olunan eylemin dışına çıkılması, dolayısıyla davaya konu edilmeyen fiil veya olaydan dolayı yargılama yapılması ve açılmayan davadan hüküm kurulması kanuna açıkça aykırılık oluşturacaktır. Öğretide ‘davasız yargılama olmaz’ ve ‘yargılamanın sınırlılığı’ olarak ifade edilen bu ilke uyarınca hâkim, ancak hakkında dava açılmış bir fiil ve kişi ile ilgili yargılama yapabilecek ve önüne getirilen somut uyuşmazlığı hukuki çözüme kavuşturacaktır” açıklamalarına yer vermiştir.

“Davasız yargılama olmaz” ilkesinin anlamı, dava konusu olmayan olayların yargılamanın konusunu teşkil etmeyeceğidir. Bir başka deyişle, mahkemenin kovuşturma evresinde delilleri tartışarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışması, o fiilin iddianameyle dava konusu yapılmasına bağlıdır[2]. Bu kapsamda, yargılama esnasında sanığın işlediği başka suçlara rastlanması halinde bu suçlar için ayrı bir iddianame düzenlenmelidir. Sanığa ek savunma hakkı verilse dahi iddianamenin içeriğinde bulunmayan fiiller, aynı yargılamanın konusu yapılamaz.

Sanık; iddianamede düzenlenen iddialara, mahkeme huzurunda yapılacak sorgusunda cevap verecektir. Bu sorguda; iddialara cevap verilebilmesi için iddianamenin içeriğinin doğru ve eksiksiz olarak öğrenmesi gerekmektedir ki, bu bakımdan iddianamenin kanunda belirtilen tüm unsurları taşıması önemlidir. Sorgunun sanık için bir hak olduğu gözardı edilememelidir. İddianamenin kanunda gösterilen unsurları içermesi, aynı zamanda şüphelinin lekelenmeme hakkının da bir gereğidir[3].

İddianamede, hangi eylemin hangi delille suç vasfı kazandığı ve hukuki niteliğinin ne olduğu ortaya koyulmalıdır. İddianame, iddiaya ilişkin delilin hangi şüpheli ile bağlantısının kurulduğunun veya hangi suçun delili olduğunun tespitine elverişli olmalıdır. İspata ilişkin bu gereklilik, savunma hakkının korunması adına zorunluluk arz eder. Eylem ile suç isnadı arasında fiili bağ kurulamadığı müddetçe, yani objektif isnadiyetin koşulları var olmadığı sürece, ispatlanamamış iddialar üzerinden sübjektif kanaatle hukuki nitelendirme yapılamaz.

İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.6/3-a uyarınca da, suç işlediği iddiası ile karşı karşıya kalan herkes, iddianın niteliğini ve sebebini öğrenme hakkı vardır. Bu hak savunma hakkının zorunlu bir ön unsurudur[4].

Yargıtay 4. Ceza Dairesi 15.04.2013 tarihli bir kararında; “İHAS’ın 6/3-a maddesine göre resmi merciler tarafından bir suç isnadına maruz kalan kişi, kendisine yöneltilen suçlamanın niteliğini ve sebeplerini ayrıntılı olarak öğrenme hakkında sahiptir. İddianame, kişinin suçlandığı resmi belgelerdir. İddianame, sanığın savunma hazırlayabilme imkanı vermesi açısından isnat edilen ve suç sayılan maddi fiilleri, fiillerin hukuki nitelendirmesini, yerini, zamanını açıkça göstermeli, hukuki nitelendirmesi yapılan fiilin, kanunda karşılığı olan suç ve cezası hakkında bilgi içermelidir. İsnat edilen suçun dayanağı olan maddi olaylar hakkında sanığın bilgilendirilmemesi, sözleşmenin 6/3-a maddesinin açıkça ihlaline”[5] neden olacağını ifade etmiştir.

Mahkemenin fiil ve faille bağlılığı; ister istemez iddianamenin her bir sanık bakımından bireyselleştirilmesini, böylelikle iddianın, yani suçlamanın net bir şekilde ortaya koyularak, mahkemenin usule uygun ve süratli yargılama yapmasına yardımcı olacaktır.

Sonuç olarak; isnat edilen suçun dayanağı olan maddi olaylar hakkında savunma yapılabilecek şekilde sanıkların bilgilendirilmemesi, Anayasa m.90, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin adil/dürüst yargılanma hakkı ilişkin m.6/3-4 ve CMK m.225’e aykırılık oluşturacaktır.

3. Uygulama

 

Pratikte kabul edilen iddianameler gözönüne alındığında, cumhuriyet savcılarının şüphelilerin cezalandırılması adına mücerret ve dayanaktan yoksun birçok ifade kullandığı görülmektedir. Özellikle “hayatın olağan akışına aykırı, her nasılsa, başka türlü mümkün olamayacağından, pek muhtemel” gibi soyut ve sübjektif ifadelerin kullanılması, hem yargılamanın sıhhatli bir şekilde yürütülmesi ve hem de şüphelinin savunma yapabilmesi açısından olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Yeri gelmişken, yargılamalarda sıkça kullanılan “hayatın olağan akışına aykırılık” kavramının İspat Hukukunda yeri olamaz. İspat Hukuku netliği arar ve şüpheden de sanık yararlanır. Bir iddianın ispatlanamadığı durumda, bunun başka türlü olamayacağı yönünde bir kabulden hareketle mahkumiyet kararı verilmesi CMK m.223/5’e aykırıdır.

Soruşturma aşamasında “in dubio pro reo/şüpheden sanık yararlanır”[6] ilkesinin geçerli olmadığı ileri sürülse de, kesin bir şekilde ortaya koyulamayan veya somut olay ile ilişkilendirilmeden, muğlak ifadelerle hazırlanan iddianame ile birlikte soruşturma evresi bitirilmeye çalışıldığında, ileri sürülen bu tezlerin mezkur ilke dolayısıyla kovuşturma evresinde şüphelinin lehine yorumlanacağından, soruşturma aşamasında yeterli şüphe derecesine ulaşmadığı gerekçesiyle iade edilmelidir.

Bilhassa örgüt faaliyeti çerçevesinde yapılan incelemelerde birden fazla şüpheli birlikte araştırıldığından ve bir iddianame düzenlendiğinden, her şüpheli bakımından yeterli açıklamaların, bireyselleştirmenin yapılmadığı, bazı kişiler için yalnızca örgüt faaliyetlerini yerine getirdiği veya örgüte yardım ettiğinin söylenmesi ile yetinildiği görülmekte olup, bununla birlikte bu faaliyetlerin ne tür fiillerin icra edilmesi suretiyle gerçekleştiği açıklanmamaktadır. Uygulamada, savcılar tarafından yapılan araştırmalar her geçen gün daha da sadeleşmekte ve kesin olmayan deliller ile yeterli şüpheye ulaşıldığı kanaatine varılmaktadır. Bunun olumsuzlukları ise kendisini kovuşturma aşamasında göstermektedir ki, gerek yargılamaların uzun sürmesi ve gerekse şüpheliler üzerinde oluşan psikolojik baskı hakkaniyete ve hukuk devletinin esaslarına uygun düşmemektedir.

Yalnızca isnat edilen suçun ağırlığı ön planda tutularak, mahkeme, sanık veya kamuoyu üzerinde baskı kurmak, uzun tutukluluk sürelerini görünürde meşrulaştırmak veya toplumda suçlu algısı uyandırmak kastıyla, davanın karmaşıklığı, sanık sayısının fazlalığı, isnat edilen suç sayısı gibi, dava özelinde çoğaltılabilecek unsurların varlığından bahisle, fiil ve fail özelinde anlaşılır kılınmayan ve suçu hukuken nitelendirmeyen iddianamelerin kabul edilmemesi, yani iddianameyi değerlendirecek mahkemece iade edilmesi gerekmektedir.

“Hukuk devleti” ilkesinin benimsendiği Türkiye Cumhuriyeti’nde, maddi hakikate ve adalete ulaşılması esası kabul edilmiştir. Bir suçun işlendiğini öğrenen cumhuriyet savcılarına tanınan yetkilerin en iyi şekilde kullanılması, bu sayede işlenen suçların karanlıkta kalmaması ve mağduriyetlerin giderilmesi, aynı zamanda da suç olmayan fillerden dolayı veya basit şüpheyi gösterecek bir delil dahi olmaksızın bireyin suçlanmasının önüne geçilmesi maddi hakikate ve adalete ulaşılması amacı yönünden çok mühimdir. Bireyin yalnızca basit bir şüpheden dolayı mahkeme huzuruna çıkarılması, hukuk güvenliği hakkını ihlal eder. Bu sebeple; soruşturma evresinin sonunda hukuka uygun yol ve yöntemlerin uygulanması suretiyle toplanan deliller, ancak şüpheli hakkında suçun işlendiği yönünde yeterli şüphe oluşturması kaydıyla cumhuriyet savcısının iddianamesine konu edilmelidir. CMK m.170/2’nin aradığı bu şart gerçekleşmedikçe, sırf delil takdir ve değerlendirmesinin mahkemeye ait olduğu düşüncesinden hareketle, şüpheli tarafından suçun işlendiği hususunda yeterli şüpheye ulaşılmadığında iddianame düzenlenmemelidir.

 

[1] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 20.09.2016 tarihli, 2015/14-358 E. ve 2016/309 K. sayılı kararı; “(…) bir olayın açıklanması sırasında başka bir hadiseden söz edilmesinin, o hadise hakkında da dava açıldığını göstermeyeceği ve dava konusu yapılan eylemin açıklıkla ve bağımsız olarak gösterilmesi gerektiği, buna karşılık sanık hakkında düzenlenen iddianamede suçun 'Başkasına ait kimlik bilgilerinin kullanılması suretiyle iftira' olarak gösterildiği, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan usulüne uygun açılmış bir davanın bulunmadığı ve bu eksikliğin ancak kamu davası açılmak suretiyle giderilebileceği gözetilmeden, yargılamaya devamla yazılı şekilde hüküm kurularak CMK'nın 225. maddesine aykırı davranılması isabetsizliğinden hükmün bozulmasına karar verilmiştir”.

[2] Nur Centel ve Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, Beta Yayınevi, İstanbul, 2015 s. 478

[3] Centel/Zafer, a.g.e., s. 481

[4] Centel/Zafer, a.g.e., s. 481

[5] Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nin 15.04.2013 tarihli ve 13328/11412 sayılı kararından aktaran; Osman Yaşar, Ceza Muhakemesi Kanunu, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2018,  s.1876

[6] Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi: ispat konusunda bir hususun şüpheli kalması halinde sanık lehine yorum yapılarak bir karara varılmasını ifade eder.