Prof. Dr. Ersan Şen

Doğa Ceylan

Cesetsiz Cinayet

12.01.2024 / Prof. Dr. Ersan Şen, Stj. Av. Doğa Ceylan

Bu yazıda; ceset bulunamadığında sanığın kasten insan öldürme suçunu işlediğinden bahisle mahkumiyetine karar verilmesi mümkün mü değil mi, mümkünse bunun şartlarının neler olduğu incelenecektir.

I. Giriş

5237 sayılı Türk Ceza Kanunu m.81’de düzenlenen ve korunan hukuki değeri en yüksek olan kasten insan öldürme suçu; teşebbüse elverişli neticeli bir suç olup, bu suçun oluşması için önce ölüm neticesinin gerçekleşmiş olması gerekir. Bu nedenle; bir kimse hakkında kasten öldürme suçunu işlediğinden hareketle mahkumiyet hükmü kurulabilmesinin ön şartı, ölüm neticesinin her türlü şüpheden uzak, kesin ve somut delillerle ortaya koyulmasıdır.

Kişinin ölü olup olmadığının kesin olarak tespit edilemediği ve ölüm neticesinin yalnız bir ihtimalden ibaret olduğu durumda, kuvvetli bir ihtimal dahi olsa, buna dayanılarak hüküm kurulması “şüpheden sanık yararlanır” ilkesine ve bunun bir uzantısı olarak Anayasa m.38/4’de güvence altına alınan suçsuzluk/masumiyet karinesini ihlal edecektir. Esasen maktulün öldüğünü, ölüm sebebinin belirlenmesi şart olup, bu soruların cevabı için de ölen kişinin cesedine ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü ceset üzerinden yapılacak inceleme; hayatını kaybedenin hangi sebeple, nasıl, nerede ve ne zaman, kim tarafından öldürüldüğüne dair soruların cevaplarını vermeye yardımcı olur. İnsan hayatını, ya doğal nedenlerle veya zorlamalı şekilde kaybedebilir. Doğal nedenlerden ölüm Ceza Hukukunun konusu olmazken, zorlamalı ölüm elbette 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.159 ve m.160/1 kapsamında ceza soruşturmasının konusu olacaktır; zira burada Ceza Hukukunun korunmasına en önem verdiği hukuki yararlardan yaşam hakkı dış müdahale ile son bulduğundan, bireyin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.2 ile Anayasa m.17’nin güvencesi altında bulunan yaşam hakkına yönelik suça konu olabilecek ihlalin varlığı, derecesi, bundan kim veya kimlerin sorumlu olduğu ve Ceza Hukukuna göre tesis edilecek ceza sorumluluğunu öne çıkacaktır.

Hayatını kaybedenin cesedi tümüyle veya bazı organları veya unsurları itibariyle elde olduğunda, bunlar üzerinden inceleme yaparak, diğer iz, eser, emare, bulgu ve delillerle suçun ve kusurun türü ve bundan kimin veya kimlerin sorumlu olduğuna dair sonuca varabilmek kolaylaşır. Elbette şüphe sanık lehine olup, CMK m.223/5 uyarınca şüphe sanık aleyhine yüzde yüz yenilmedikçe sanığın mahkumiyetine karar verilemez.

Yalnız cesedin bulunamaması sebebiyle kişinin kasten öldürme suçundan mahkum edilemeyeceğini kabul etmek, maddi gerçeğe ulaşılmasının önüne geçebileceği gibi, bu suçu işleyenleri, cesedi bulunamayacak şekilde saklamaya da teşvik edecektir. Ancak bu, kişinin öldürüldüğüne dair de somut, kesin ve her türlü şüpheden uzak delillerin bulunmasına gerek olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu nedenle; “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi ile suçsuzluk/masumiyet karinesine riayet edilerek, kişi hakkında mahkumiyet kararı verilebilmesi için;

  1. Kişinin öldüğü,
  2. Kişinin öldürüldüğü,
  3. Kişinin, fail tarafından öldürüldüğü,

Sabit olmalıdır. Bu hususların tespiti için gerekli tüm araştırmalar yapılmalı, başka hiçbir ihtimale yer vermeyecek, yani maddi gerçeği yansıtacak şekilde ortaya koyulmuş olmalıdır.

Kişinin öldüğünü kesin olarak ortaya koyan ve üzerinde inceleme yapılarak delillere ulaşılmasını sağlayan bir ceset yok iken, hangi delil ve incelemelerle yukarıda sayılan hususların sabit görülebileceği aşağıda değerlendirilecektir.

II. Kişinin Öldüğünün Tespiti

Ceza Muhakemesi Hukuku; maddi gerçeğe, hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş deliller aracılığıyla ulaşır. Bu deliller, birbirlerine bağlı olduğu takdirde, her bir delilin ispat kuvveti, bağlı oldukları tek delile denktir[1]. Bir başka ifadeyle; dosyada yer alan tüm deliller, kişinin ölü olduğu kabulüne yol açan delil ile aynı güvenilirlikte olup, bu delilin şüpheli olması halinde, diğer tüm deliller de o kadar şüpheli olacaktır. Bu nedenle cesedin bulunmadığı yargılamalarda; kişi hakkında mahkumiyet kararı verilebilmesi için dikkate alınanların başında, kişinin hayatta olma olasılığını ortadan tamamen kaldıran ve öldüğünü ortaya koyan delillerin varlığı gelir.

Vicdani delil sistemine göre; bir kimsenin ölü olduğu kanaatine ulaşılması için, kişinin cesedinin bulunmuş olması şart değildir. Mahkemenin, kişinin öldüğüne her türlü şüpheden uzak bir şekilde ikna olmuş olması yeterlidir. Kişinin cesedinin bulunması, kişinin öldüğü kanaatine ulaşılmasına yol açan en açık ve şüpheye yer bırakmayan delil olmakla birlikte, bu kanaate başkaca delillerle ulaşılmasına hukuken bir engel yoktur. Ancak bunun şartı; tıp biliminin kurallarına göre, kişinin hayatta olmadığını kabul ettirmeyi gerektirecek delillerin bulunmasıdır. Bu hususta verilen örnekler; kişiye ait uzuvların veya beyin, kalp, akciğer ve benzeri organların, kişinin yaşamını devam ettirmesine izin vermeyecek şekilde bulunmasıdır[2]. Bir başka ifadeyle; cesedin bulunamadığı durumda, ancak kişinin sağ olduğu kanaatine ulaşılmasını imkansızlaştıracak delillerin varlığı halinde kişinin öldüğü kabulü ile hareket edilebileceği kabul edilmektedir. Ancak uygulamada; kişiye ait vücut parçalarının bulunmadığı durumlarda, diğer deliller birlikte değerlendirilerek, kişinin öldüğü kanaatine ulaşılabildiği anlaşılmaktadır.

Cesedi bulunamayan kişinin sağ olup olmadığının kesin tespiti amacıyla, buna ilişkin tüm iddiaların araştırılması ve gerekli tüm araştırmanın yapılması için yeterli sürenin kullanılması gerekmektedir. Somut bir iddia kapsamında ileri sürülen, kişinin sağ olduğuna dair iddianın araştırılmayıp, incelenmeksizin hüküm kurulmasının, bozma sebebi yapıldığı görülmektedir[3].

III. Kişinin Fail Tarafından Öldürüldüğünün Tespiti

Kişinin sağ olmadığı tespitiyle yapılan yargılamada, kişinin sanık tarafından öldürüldüğü kanaatine varılması için çeşitli delillerin değerlendirildiği ve bunlara sonuç bağlandığı anlaşılmaktadır.

a) İkrar

Mevcut delillerin, sanığın suçu işlediğini her türlü şüpheden uzak şekilde ispat edebildiği durumda; mahkumiyet kararı verilebilmesi için sanığın ikrarına gerek olmamakla[4] birlikte, tek başına ve başkaca delillerle desteklenmeyen ikrara dayanılarak, sanık hakkında mahkumiyet hükmü verilmesi, geri dönülemez sonuçlara yol açabilecektir. Bu nedenle sanığın ikrarının mahkumiyet hükmüne esas alınmasının şartı, ikrarın güvenilir ve maddi gerçeği ortaya koyar nitelikte olduğundan emin olunmasıdır.

İkrar; mahkemelerin kanaatlerini oluşturmasında önemli bir delil olsa da, bu delilin hangi şartlar altında elde edildiğinin büyük önemi bulunmaktadır. Tam da bu nedenle, kişinin beyanlarının güvenilir nitelikte olduğundan emin olmak ve hukuk güvenliğini sağlamak adına, CMK m.148’de ifade alma ve sorguda yasak usullere yer verilmiştir.

Mahkeme kararlarında; ceset bulunamasa bile, tek başına sanık tarafından verilen ikrar ile hareket edildiği ve sanığın mahkumiyetine karar verildiği hallerde, hangi ikrarların hükme esas alındığına dikkat etmek gerekir.

Beccaria’nın güvenilir ikrarın sonuçlarının ağırlığına dikkat çekmek amacıyla, “Suçlar ve Cezalar Yahut Beşeriyetin Mecellesi” isimli eserinde yer verdiği olayda; bir kişinin öldüğü dedikodusu ile hareket eden hakim, aleyhine şüpheden başka hiçbir delil bulunmayan kişinin ikrarı ile hareket ederek, kişinin idamına karar vermiş ve öldüğü iddia edilen kişinin iki yıl sonra köye geri dönmesiyle, artık idam edilmiş kişinin masumiyeti ortaya çıkmıştır[5].

Kocaeli 4. Ağır Ceza Mahkemesi, her ne kadar mağdurun cesedi bulunamamışsa ve kişinin hayatta olmadığını ortaya koyan delillere ulaşılamamışsa da, yalnız sanığın ikrarından ve bu ikrarda geçen vakalar neticesinde kişinin hayatta olmasına imkan bulunmadığından, sanığın mahkumiyetine karar vermiştir. Bu ikrara itibar edilmesi sebebinin, ikrarın suçun nasıl işlendiğine dair detaylı anlatımlar içermesi olduğu anlaşılmaktadır[6].

Yine cesedin bulunmadığı bir olayda, Kocaeli 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin sanıklar hakkında mahkumiyet hükmü kurduğu ve bu hükmünü; mağdurun cesedinin 2011-2018 yılları arasına gerçekleşen tüm aramalara rağmen bulunamamasına, banka ve sağlık kuruluşlarında herhangi bir işlemin yapılmamış ve telefon görüşmesinin olmamasına, dosya kapsamında samimi bulunan anlatımlara dayandırdığı görülmüş, bu kapsamda cesedinin bulunmamasının normal olduğu kabul edilmiştir[7].

Yukarıda yer verilen iki kararda da yalnız sanıkların ikrarı ve olaya ilişkin ayrıntılı anlatımlarından hareket edildiği görülmekle birlikte, bunun aksini işaret eden karar da bulunmaktadır:

Bakırköy 7. Ağır Ceza Mahkemesi; sanıkların ikrarlarından sonradan döndüklerini belirterek, sadece soruşturma evresindeki ikrarlarını, kasten öldürme suçundan mahkumiyetlerine yeterli görmemiş, sanıkların beraatına karar vermiştir. İşbu karar, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 24.03.2015 tarihli, 2014/2647 E. ve 2015/1750 K. sayılı kararındaki; mağdurun, okul müdürü ile duygusal ve cinsel ilişki yaşadığı yönündeki duyumlar neticesinde mağdurun aile tarafından öldürülmeye karar verildiği şeklinde, soruşturma evresindeki uyumlu ve detaylı beyanlarına itibar edilmesi gerektiği açıklamalarıyla bozulmuştur[8]. 2000 yılından beri mağduru gören olmadığı gibi, mağdurun ortadan kaybolmasıyla ilgili ailenin de herhangi bir başvurusu olmamıştır. Bozma kararına Bakırköy 7. Ağır Ceza Dairesi tarafından direnilmiş, dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderilmiştir.

Yukarıda da belirtildiği üzere; sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi için kişinin ikrarı gerekmemekle birlikte, yalnız ikrarın bulunduğu olaylarda ikrar, kişinin o suçu işlediğine dair şüpheyi tamamen ve kesin olarak gidermedikçe mahkumiyet hükmü için yeterli olmaz, çünkü bu ikrarın başkaca delillerle desteklenmesi gerekmektedir[9]. Bu bakımdan soruşturma ve/veya kovuşturma aşamasındaki ikrarın samimi, uyumlu, istikrarlı ve hiçbir baskıya maruz kalınmadan verilmiş olması gerekir. Ancak bu şekilde maddi gerçeğe uygun bir karar verildiğinden emin olunabilecek, Ceza Muhakemesi Hukukunun amacının gerçekleştirildiğinden bahsedilebilecektir. Bu nedenle ikrarın; nasıl, ne zaman ve hangi şartlar altında alındığı değerlendirilmelidir. Örneğin, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2012/1-59 E. ve 2013/302 K. sayılı kararına konu olayda; kişinin, henüz herhangi bir soruşturma dahi yokken kolluğa gidip beyanda bulunarak, soruşturma ve kovuşturmada evrelerinde olaya ilişkin detaylı açıklamalar yapması nedeniyle Mahkeme, herhangi bir zorlama olmaksızın verilen ve olayın ortaya çıkmasını sağlayan beyanlara itibar etmeyi uygun görmüştür. Kişinin beyanları üzerine yapılan araştırmada, cesede dair bir iz bulunamamasına gerekçe olarak, olayın üzerinden 8,5 yıl geçmesine yer verilmiştir[10].

Benzer şekilde, Kayseri 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 17.01.2021 tarihli, 2019/363 E. ve 2020/15 K. sayılı kararında da; cesedin yerinin gösterilmesine rağmen cesede dair herhangi bir ize rastlanmaması, suçun 13 yıl önce işlenmiş olmasıyla açıklanmıştır.

Sonuç olarak; ikrara rağmen, kişinin öldüğünü ortaya koyan hiçbir delil bulunamaması halinde, bunun sebebinin makul gerekçelerle açıklanması ve tek başına bu ikrarın esas alınarak hüküm kurulması için ise ikrarın maddi gerçeği yansıtabilecek kabiliyette ve istikrarlı olmasının yanı sıra, özgür iradeye dayılı olarak verildiğinin sabit görülmesi gerekir.

b) Husumetin Varlığı ve Diğer Delillerin Değerlendirilmesi

Taraflar arasında husumetin bulunup bulunmadığı, özellikle cesedin yanı sıra ikrarın da bulunmadığı durumlarda, kişinin öldürüldüğünün tespiti bakımından önem arz etmektedir.

Cesedi hala bulunamamış olan ve Almanya’da “Karsten M.” olarak bilinen olaya ilişkin yargılamada; mahkemenin, mağdurun yaşamadığı ve arkadaşı tarafından öldürüldüğü kanaatine ulaşmasına yol açan gerekçeler; mağdurun alması gereken hayati ilaçlarını bir süredir almamış olması, tüm aramalara rağmen bulunamaması, terasta ve arabasında mağdura ait kan izlerine rastlanması, mağdurun gözlüğünün kırık olarak bulunması, arkadaşının yakın zamanda cinayet silahı olabilecek nitelikte olan tatar yayı satın almış olması, mağdurun eşiyle ilişki yaşaması ve mağdurun ortadan kalkması halinde ikilinin birliktelik yaşayabileceğidir[11]. Karar henüz kesinleşmemiş olmakla birlikte, mahkemenin hangi delillere dayanarak hükmü kurduğu anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere; kişinin öldürüldüğü kanaatine varılmasında, kişiler arasında bir husumetin, yani sanığın, maktulü bir öldürme gerekçesinin bulunması dikkate alınmaktadır. Bu kapsamda özellikle maktulü son giren kişiye odaklanıldığı anlaşılmaktadır.

Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin 12.03.2020 tarihli, 2019/42 E. ve 2020/21 K. sayılı kararında[12]; sanığın, maktulü gören son kişi olması ve maktulden o andan sonra haber alınamaması nedeniyle maktulün öldüğü ve bunun sanıktan kaynaklandığı kanaatine ulaşılmıştır. Daha sonra mahkeme; suçun manevi unsurunu tartışmış ve sanığın, araç virajdan dönerken maktulün düşmüş olabileceği beyanını, maktulün cesedi veya ona ait hiçbir eşyanın bulunamaması nedeniyle tevilli ikrar olarak değerlendirmiştir. Öldürme fiilinin sanık tarafından ne şekilde gerçekleştirildiğine dair delile ulaşılamamasına ve buna kararda da yer verilmesine rağmen, delil bulunamaması hayatın olağan akışına uygun bulunmuş, sanığın ancak kasten öldürme fiilini işlemiş olabileceğinden hareketle, hakkında mahkumiyet hükmü kurulmuştur.

Kararda, kişiler arasındaki husumet tespit edilmiş ve tevilli ikrardan yola çıkılmış olsa da mahkemenin, ihtimal eleme yoluyla karar verdiği, nitekim iddianamenin de eleme yöntemi olarak adlandırabileceğimiz şu olmamıştır, bu olmamıştır, somut olayda olsa olsa bu olmuş olabilir diyerek düzenlendiği anlaşılmaktadır. Ceza yargılamasında bu yöntemle hareket edilmesi, ceza yargılamasının amacıyla bağdaşmadığı gibi, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesini ve suçsuzluk/masumiyet karinesini de ihlal etmektedir. Mahkeme; ihtimaller arasında yakın gördüğünü esas alarak değil, maddi gerçek olduğuna kesin olarak kanaat getirdiği vakayı değerlendirmeli, hükmünü bunu esas alarak kurmalıdır.

Şüphenin, maktulü canlı gören son kişide yoğunlaşması anlaşılabilir olmakla birlikte, bunun da kesin delillerle ortaya koyulması gerektiğine şüphe yoktur. Bu konuyla ilgili; kişilerin telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermelerinin, bir araya geldiklerini şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya koymaya yeterli olmadığını vurgulayan, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.03.2015 tarihli, 2013/5-247 E. ve 2015/60 K. sayılı kararı[13] önem arz etmektedir. Bu karara göre; “İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde birbirine yakın yerlerde oturan, çalışan veya tesadüfen oradan geçmekte olan insanların cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin olağan bir durum olması gözönüne alındığında, cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsamında sinyal vermesinin sanık M. Ç.’in diğer sanıklarla bir araya geldiği ve görüştüğünü kabule imkan vermemektedir”.

IV. Değerlendirme

Cesedin bulunamadığı durumlarda; toplanan diğer delillerle, kasten öldürme suçundan mahkumiyet kararı verilmesinin teorik olarak mümkün olmasına karşın, telafisi imkansız zararların önlenmesi adına, bunun istisnai bir uygulama olması gerekir[14].

Mahkemelerin; cesedin tüm çabalara rağmen bulunamadığı ve kişinin ölümüne kesin gözüyle bakmayı gerektiren durumda kaybolduğu durumda, kişinin öldüğü karinesinden hareket ettiği görülmektedir. Bu karinenin ceza yargılamalarında tatbiki; ispat yükünün sanığa yüklenmesine ve ondan, öldüğü iddia edilen kişinin sağ olduğunu ispatlamasını beklenmesine yol açmaktadır. Bunun, suçsuzluk/masumiyet karinesini ihlal etmemesi için, kişinin ölümüne neden kesin gözüyle bakıldığı, mahkemenin gerekçesine her türlü şüpheden uzak, somut kesin ve birbirini destekleyen delillerle yansımalıdır. Özellikle cesedin bulunamadığı olaylarda; tüm araştırmaların eksiksiz şekilde yapılması, delillerin tümünün birbirini desteklemesi ve tamamlar nitelikte olması büyük önemi haizdir. Ancak bu şekilde kişinin öldüğüne dair oluşan kanaatin şüpheden uzak olduğu kabul edilebilecektir.

Yukarıda ele alınan olaylardan anlaşılacağı üzere; sanığın ikrarı, cesedin bulunamadığı bir olayda, kişi hakkında mahkumiyet hükmü kurulabilmesi için şart değildir. Önemli olan, olaydaki diğer tüm delillerin, başka hiçbir ihtimali mümkün göstermemesi, tek ihtimalin, yani maddi gerçeğin, kişinin öldüğü ve hatta öldürüldüğü olmasıdır. Tek bir delil haricindeki tüm deliller kişinin öldüğünü gösteriyorsa dahi, bu tek delil, kişinin ölmemiş olabileceğine dair bir şüphenin bulunduğu anlamına gelir ve “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereğince, kişinin hayatta olduğu veya en azından öldürülmediği kabulü ile hareket edilerek, sanığın beraatına karar verilmesi gerekir. Aksi takdirde; Ceza Muhakemesi Hukukunun maddi gerçeğe ulaşma amacı gerçekleştirilmeyeceği gibi, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin bir uzantısı olan ve Anayasa 38/4’de güvence altına alınan suçsuzluk/masumiyet karinesi ihlal edilmiş olacaktır. Hukuk devleti olmak; hukuki güvenliğin sağlanmasını ve korunmasını gerektireceğinden, öldürülmüş olma ihtimaline dayanılarak mahkumiyet hükmü kurulması mümkün olmayıp, bu hususun her türlü şüpheden uzak, kesin ve somut delillerle ortaya koyulması gerekir.

Sadece kişinin ikrarının bulunması halinde; buna itibar edilip edilmeyeceği, ikrarın maddi gerçeğe uygun, detaylı ve istikrarlı olmasına bağlı olmakla birlikte, bu da tek başına yeterli olmamalı, ikrar diğer delillerle desteklenmelidir. Örneğin ikrarla birlikte cesedin gösterildiği, ancak cesede belirtilen yerde ulaşılmadığı durumda, cesedin neden belirtilen yerde bulunmayabileceğine ilişkin inandırıcı bir gerekçe olmalıdır[15]. Bir başka ifadeyle, cesedin bulunmaması veya kişinin sağ olma ihtimalini ortadan kaldıran delillere neden ulaşılmadığı gerekçelendirilmelidir.

Aksi takdirde; başkaca delillerle desteklenmeyen ve soyut kalan ikrarın, tam bir vicdani kanaate ulaşmaya yeterli olduğunu kabul etmek, Ceza Muhakemesi Hukukunun maddi gerçeğe ulaşma amacına aykırı olacaktır[16]. Çünkü ikrar; ancak onu destekleyen delillerle inandırıcılık niteliğini kazanır. Bu nitelikte olmayan ikrara dayanılarak, kişinin suçu işlediğine dair tam kanaat oluşması ve hüküm kurulması mümkün değildir.

Kişiler arasında husumet bulunup bulunmadığı, yani sanığın, maktulü öldürmek için bir gerekçesinin bulunup bulunmadığı, kişinin bir cinayete kurban gittiği yönünde şüphe oluşması bakımından etkili ise de, tek başına bir kimseyi ölüm neticesinden sorumlu tutmak için yeterli değildir. Ceset ve sanığın ikrarının bulunmadığı durumlarda, diğer tüm delillerin, kişinin sanık tarafından öldürüldüğünü şüphesiz olarak ortaya koyması aranmaktadır.

Mağduru gören veya onunla iletişimde olan son kişinin, mağdurun ölümü ile bağlantılı olabileceği şüphesi kapsamında soruşturma yürütülmesi, soruşturmanın amacına uygun olsa da, yalnız bu sebeple kişinin mahkumiyetine karar verilmesi, öldürme fiili ile ölüm neticesi arasındaki illiyet bağının kurulmadan mahkumiyet hükmü verilmiş olacağı anlamına gelecek, böylece şüpheyi kesin olarak giderdiği kabul edilemeyecektir.

Tüm bunların yanında; TCK m.81 vd. hükümlerinde kasten öldürme suçuna, bunun nitelikli hallerine, ihmali davranışla ve taksirle işlenmesine yer verilmiştir. Ceset, kişinin öldüğüne işaret eden başkaca delil veya sanığın ikrarı bulunmamasına rağmen, kişinin suçu işlediğinden hareket edilebileceği kabulünde, suçun hangi unsurlarla oluştuğu hususunda şüphe bulunması kaçınılmazdır. Çünkü bu durumda; kişinin öldüğü dahi sabit değilken, kişinin nasıl öldüğü hakkındaki ihtimallerle bir kanaate ulaşılmış olacaktır, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi ile suçsuzluk/masumiyet karinesi ihlal edilerek, bir ihtimale dayanılmak suretiyle kişi hakkında mahkumiyet kararı verilmiş olacaktır. Bu bakımdan mevcut şüphenin, sanığın lehine yorumlanması zaruridir.

Belirtmeliyiz ki; kişinin kasten öldürülmesi ihtimali bakımından, “hayatın olağan akışına aykırılık/uygunluk” kriterine dayanılmasında da sakınca bulunmaktadır. Öldürülme, halihazırda hayatın olağan akışına uygun bir kavram olarak kullanılarak, bir kimsenin bir kimseyi öldürdüğüne gerekçe gösterilmeye uygun bir kavram değildir.

Cesetsiz cinayet işlenemeyeceği ve mahkumiyet kararı verilemeyeceği yönünde görüşler olsa da, bu görüşlerin temeli ceset konuşur nitelendirmesi ile ölenin vücudu, iç organları, kemikleri ve diğer unsurları itibariyle bilirkişi incelemesinden geçirilerek bir sonuca ulaşılabileceği, bunun dışında bu tespitler mümkün olamayacağından, sanığın mahkumiyetine de karar verilemeyeceği fikri ileri sürülmekle birlikte, cesetsiz cinayet olmayacağına dair fikrin Türk Hukuku’nda kabul görmediğini, şahsın öldüğü ve öldürüldüğü konusunda tereddüdün olmayıp, zorlamalı ölümün nasıl, nerede, ne şekilde, kim veya kimler tarafından işlendiğinin belirlenmesinin somut delillerle kanıtlanması halinde, suçu işleyenlerin cezalandırılması yoluna gidildiği görülmektedir. Örneğin; ceset bulunmasa da kişinin öldürüldüğüne dair görüntü ve/veya ses kaydı, vücudundan bazı numunelere ulaşılması, her zaman haber alınan ve ulaşılabilen kişiden artık hiç haber alınamaması, hayati tehlike altında olduğunun ve kaybolduğunun belirlenmesi gibi hallerde kişinin Ceza Hukuku nezdinde de öldüğü ve öldürüldüğünün kabulü yoluyla ceza soruşturmasının ve kovuşturmasının yürütülebileceği, hatta kişinin öldürüldüğünün tespiti ile birlikte, kim tarafından ve nasıl öldürüldüğünün tereddüde mahal bırakmayacak şekilde anlaşılması gerekir. Sadece hayatın olağan akışına aykırılık, başka türlü olamayacağından, dosya bir bütün olarak incelendiğinde ve olağan hayat koşullarına göre sanığın suçu işlediğinin anlaşıldığı gibi, İspat Hukuku ile bağdaşmayan, itham sistemini reddeden, suçsuzluk/masumiyet karinesine aykırı kabuller doğru değildir.

Sonuç olarak; kısaca cesetsiz cinayet olarak adlandırabileceğimiz olaylarda mahkumiyet kararlarının verilebildiğini, bu konu ile ilgili yargı kararlarında ortak kriterlerin bulunmadığını, somut olayın özelliklerinden hareket edildiğini, ancak “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinden taviz verilmeden ve CMK m.223/5’e uygun sonuca varılması gerektiğini, aksi halde sanık hakkında CMK m.223/2-b,e hükümlerine göre beraat kararı verilmesinin doğru olacağını, sırf şüphe, ihtimal veya hayatın olağan akışına aykırılık, başka türlü olamayacağından gibi kriterlerden hareketle mahkumiyet kararı verilemeyeceğini, kaybolduğu veya hayatını kaybettiği kabul edilen kişinin cesedinin aranması konusunda belirlenmiş bir sürenin olmadığını, fakat şahsa ulaşılabilmesi için makul sürede ve etkin arama ve araştırma faaliyetlerinin yürütülmesinin zorunlu olduğunu, genellikle cesetsiz cinayet dosyalarında açık veya tevilli ikrarın bulunduğunu, hiç ikrar veya suça ilişkin anlatım olmaksızın, fail ile maktul arasında bağlantı kurulmaksızın ve öldürme suçuna ilişkin iddia başkaca somut delillerle kanıtlanmaksızın sanığın mahkumiyetine karar verilmesinin İspat Hukukunun ilke ve esaslarına aykırı olacağını, kişinin öldüğü, öldürüldüğü, nasıl, ne şekilde ve kim tarafından kasten öldürme suçunun işlendiği, birden fazla suça katılan varsa bunların suça nasıl iştirak ettikleri, fail, azmettiren veya yardım eden sıfatlarının bulunup bulunmadığı hususlarında şüphelerin giderilmesinin gerektiğini, aksi halde yine mahkumiyet kararı verilemeyeceğini ifade etmek isteriz.


[1] Beccaria, Suçlar ve Cezalar yahut Beşeriyetin Mecellesi, Çeviren: Muhittin Göklü, Uğur Basımevi, İstanbul, 1950, s.155.

[3] Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 26.09.2011 tarihli, 2011/5315 E. ve 2011/5432 K. sayılı kararında; “Oluşa ve dosya içeriğine göre; öldürüldüğü iddia edilen U.  A.’ın cesedinin bulunamaması ve sanık I. K. müdafii ile sanıklar M. A. ve N. K. tarafından U. A.’ın yaşadığının ve 2008 yılında katıldığı Roj Televizyonunda yayınlanan ‘yıllara sor’ adlı programında dayak olayını anlatarak örgüte katılmasına bu olayın sebep olduğunu söylediğinin iddia edilmesi karşısında, 2008 yılına ait program kayıtlarının getirtilerek incelenmesi ve sonucuna göre sanıkların hukuki durumlarının takdir edilmesi gerektiği gözetilmeden eksik soruşturmayla yazılı şekilde hüküm kurulması” bozma sebebi yapılmıştır.

[4] Beccaria, s.177.

[5] Beccaria, s.193-194.

[6] “Daha önce görülen duruşmada savcı mütalaasında, ‘Her ne kadar savunma, cesedin hiçbir şekilde tespit edilemediğini, Akif Demir'in gerçekte ölmemiş olabileceğini, suçun konusunun ceset olduğunu ileri sürmüş ise de, sanık ve tanığın beyanları, olayda kullanılan tabancanın mahiyeti ile aracın içinde ve arkalı önlü koltuklarda oturanlar arasında çok yakın mesafeden ateş edilmiş olması, anlatıma göre maktulün ateş edilme sonrasında hareketsiz kalması, sonrasında cesedin sanık tarafından meskun mahalden uzak ve ıssız bir yerde, yol kenarındaki 5-6 metrelik bir yerden aşağıda atılmış olması ve bir daha kendisinden hiçbir haber alınamamış olması nazara alındığında, Akif Demir'in mutlak surette öldürülmüş olduğu kanaatine varılmıştır.’ dedi.” https://www.ntv.com.tr/turkiye/cesetsiz-cinayette-15-yil-hapis-cezasi,vA7jD5ilFUydqOSpAYSj5A, erişim tarihi: 10.01.2024.

 

[9] Bkz. Ersan Şen, Türk Ceza Yargılaması Hukuku’nda Hukuka Aykırı Deliller Sorunu, Beta Basım, İstanbul, 1998, s.43 vd.

[10] “Somut olayda her ne kadar maktulün ceset veya cesedine ait herhangi bir parça bulunamamış, eylemin gerçekleştirildiği belirtilen birahanede maktule ait kan ve DNA örneği elde edilememiş ise de, sanığın eylemi gerçekleştirdikten sonra olay yerinde bulunan kanlar ile duvarlara yapışan parçaları ve kanları da hiç bir iz bırakmayacak şekilde temizlediğini belirtmesi, maktule ait cesedi küçük küçük parçalara ayırıp, parçaları arazide farklı farklı yerlere attıklarını söylemesi karşısında, sanığın kolluğa başvurup, olayı itiraf ettiği tarihte eylemin üzerinden yaklaşık 8,5 yıl gibi uzun bir süre geçmiş olması nedeniyle, maktulün cesedine ait herhangi bir parça ile kan ve DNA örneğinin elde edilememiş olması hayatın olağan akışına aykırılık oluşturmamaktadır.”

[12] “Bu kabulle birlikte maktul ile son temas kuran kişinin sanık olduğunun kesin olduğu, maktul ile sanığın bu temasından sonra maktulden hiçbir şekilde bir daha haber alınamadığı, ulusal alanda yayın yapan bir TV programında aranmış olmasına rağmen yaşadığına dair en ufak bir ize dahi rastlanmadığı, bu nedenle maktulün öldüğünün ve akıbetinin sanıktan olduğunun da mahkememizce sabit görüldüğü,

Bu aşamadan sonra tartışılması gereken hususun, sanığın öldürme eyleminin taksirle mi yoksa kasten mi gerçekleştirildiğinin tespiti olduğu, sanık her ne kadar 07/04/2019 tarihli ifadesinde, maktulü aldıktan sonra çok yüksek sesle müzik dinlediğini ve aracı çok hızlı sürdüğünü, keskin bir virajdan geçerken çıtırtı sesi duyduğunu, maktulün bu sırada düşmüş olabileceğini beyanla, maktulün ölmüşse bile taksirle öldüğüne dair imada bulunmuş ise de, olayın bu şekilde gerçekleşmiş olması durumunda maktule yaralı veya ölü bir şekilde ulaşılması gerektiği, ancak sanıkla temasından sonra hiçbir şekilde maktulün ne kendisine ne cesedine ne de en ufak bir eşyasına dahi ulaşılamadığı, bu nedenle sanığın maktule yönelik eyleminin taksirle işlenmiş olmasının mümkün olmadığı, eylemin kasten gerçekleştirildiği, her ne kadar maktulün ölümünün sanık tarafından ne şekilde gerçekleştirildiğine ilişkin bir delile ulaşılamamış ise de, maktulün kaybolduğu 06/10/2017 tarihinden hemen sonra maktulün bulunmasına yönelik hiçbir olay yeri inceleme çalışmasının yapılmadığı, maktulün kendi rızası ile evlenmek amacıyla kaçtığı düşüncesiyle olayın üzerinde yeterince durulmadığı ve soruşturma faaliyetlerinin gereği gibi yerine getirilmediği, sanığın ikameti, maktulün son olarak bulunduğu bağ evi ve bahçesi ile olay günü sanığın kullanımında olan şantiyeye ait 71 AJ 024 plaka sayılı araç üzerindeki olay yeri inceleme çalışmalarının maktulün kaybolduğu tarihten yaklaşık bir ay sonra yapıldığı, eylemin açık arazide gerçekleştirilmiş olduğu da nazara alındığında, maktule ya da ölüm sekline ilişkin herhangi bir delile rastlanmamış olmasının hayatın olağan akısına aykırılık oluşturmadığı nazara alınarak, sanığın maktul Fatma Uyanık'a yönelik kasten öldürme suçunu işlediği mahkememizce sabit görülmüştür.”

[13] “Nüfusu kalabalık olan yerleşim bölgelerinde ise bu sayı daha da artmakta, aynı anda pek çok cep telefonu aynı baz istasyonundan sinyal verebilmektedir. Bu nedenle, farklı kişiler tarafından kullanılan cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsama alanında bulunması ve sinyal vermesi tek başına o kişilerin bir araya geldikleri veya buluştukları anlamına gelmeyecektir... sanık M. Ç. ile N. Ç. ve İ. D.’nın cep telefonlarının sinyal bilgilerinin incelenmesi sonucunda, olay tarihinde cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesi nedeniyle sanıkların buluştukları iddia edilmekte ise de; baz istasyonlarının geniş bir kapsama alanının olması, sanık M. Ç.’in işyeri ile N. Ç.’ın görev yaptığı adliye ve ikamet ettiği lojmanın birbirine yakın yerlerde bulunması ve İ. D.’nın avukat olması dikkate alındığında cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin normal olduğu, başka bir anlatımla İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde birbirine yakın yerlerde oturan, çalışan veya tesadüfen oradan geçmekte olan insanların cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin olağan bir durum olması gözönüne alındığında, cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsamında sinyal vermesinin sanık M. Ç.’in diğer sanıklarla bir araya geldiği ve görüştüğünü kabule imkan vermemektedir.

[14] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.11.2022 tarihli, 2020/1-466 E. ve 2022/709 K. sayılı kararı, karşıoy gerekçesi.

[15] Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 24.03.2015 tarihli, 2014/2647 E. ve 2015/1750 K. sayılı kararında bunun sebebi olarak; havanın sisli olmasına, kişilerin alkollü olmasına ve olayı bile güçlükle hatırlayabildiklerine yer verilmiştir.

[16] Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.06.2013 tarihli, 2013/1-59 E. ve 2013/302 K. sayılı kararında yer verilen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraz gerekçesi.