Prof. Dr. Ersan Şen

28 Şubat Davasında Kanunilik Sorunu

24.07.2021 / Prof. Dr. Ersan Şen

“Postmodern darbe” olarak adlandırılan ve 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlarla, Refahyol Hükümeti’nin Başbakanı olan rahmetli Necmettin Erbakan’ı 18 Haziran 1997 tarihinde istifaya götürdüğü kabul edilen süreçle ilgili, lehe ve aleyhe değerlendirme yapılarak, fail lehine olanın tatbik edileceği mülga Türk Ceza Kanunu m.147’ye ve yürürlükte olan Türk Ceza Kanunu m.312’ye göre yapılan yargılamada Yargıtay 3. Ceza Dairesi (eski 16. Ceza Dairesi), 4 Şubat ve 27 Şubat 1997 tarihinde başlayan süreçte Hükümeti cebren devirme suçunun işlendiğine dair verilen mahkumiyet kararlarını onadı.

Refahyol Hükümeti olarak bilinen Türkiye Cumhuriyeti’nin 54. Hükümeti, 8 Temmuz 1996 tarihinde Türkiye Büyük Milet Meclisi’nde yapılan oylama ile güvenoyunu aldı. Bu dönemde, Hükümet ve Hükümette yer alan siyasi partiler ile diğer siyasi partiler ve yine Hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bazı mensupları arasında sorunlar yaşandığı, “laiklik” ilkesini hedef alan bazı fiiller üzerinden gerçekleşen gerginliklerin kamuoyuna yansıdığı görülmüştür.

4 Şubat 1997 tarihinde Ankara Sincan’dan yürütülen tanklar ve zırhlı araçlar sonrasında, 27 Şubat 1997 tarihinde Milli güvenlik Kurulu toplantısı yapıldı. Bu MGK toplantısında, “laiklik” ilkesinin demokrasi ve hukukun teminatı olduğu vurgulandı ve alınan tavsiye kararları Hükümete iletildi. MGK toplantısından sonra siyasi ve hukuki gelişmeler oldu. 18 Haziran 1997 tarihinde rahmetli Necmettin Erbakan Başbakanlıktan istifa etti ve istifa nedenini de Başbakanlığı Tansu Çiller’e bırakması olarak gösterdi. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Hükümeti kurma görevini DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e değil, Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Bu görev sonrasında ANASOL-D Hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin 55. Hükümeti olarak kuruldu.

Belirtmeliyiz ki; "postmodern darbe" kavramını klasik anlamda darbeden ayıran temel ölçüt, postmodern darbenin, cebir ve şiddet kullanılarak değil, tehdit içerikli ve manevi baskı özelliği taşıyan fillerle gerçekleştirilmesidir.

Gerek mülga TCK m.147’de ve gerekse yürürlükte bulunan TCK m.312’de, Hükümete karşı darbe suçunun işlenebilmesi için cebir ve şiddetin varlığı gerekir. Tehdit ise, Hükümete karşı darbe suçunun unsurları arasında sayılmamıştır. Nitekim Türk Ceza Kanunu’nun Tasarısında tehdit, Hükümete karşı suçun bir maddi unsuru sayılırken, ifade hürriyetinin ve örgütlenme hakkının korunması amacıyla 312. maddenin metninden çıkarılmıştır.

Tehdit, Türk Ceza Kanunu'nun 106. maddesinde ayrı bir suç olarak tanımlanmıştır. TCK m.106’nın tanımına göre tehdit; cebir ve şiddetin kullanılmayıp, cebir ve şiddete başvurulacağından bahisle insanları korkutmak, sindirmek ve iç huzurlarını bozmaktır. Cebirde ise fiziki kuvvet kullanılır. “Cebir” kavramı, yürürlükte olan TCK m.108’de tanımlanmıştır. “Cebir” başlıklı TCK m.108’e göre; “Bir şeyi yapması veya yapmaması ya da kendisinin yapmasına müsaade etmesi için bir kişiye karşı cebir kullanılması halinde, kasten yaralama suçundan verilecek ceza üçte birinden yarısına kadar artırılarak hükmolunur”.

Bu maddenin gerekçesinde, cebir kavramının bir fiziki kuvvet kullanma olduğu belirtilmiştir. Tehdit, manevi veya mefruz/varsayılan cebir, “kanunilik” ilkesi kapsamında cebir sayılmaz. Kanunumuzda mefruz, yani varsayılan cebir kavramına yer verilmemiştir.

28 Şubat ile ilgili en önemli sorun 4 Şubat 1997’de Sincan’dan geçiş yapan tanklar ve 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı ile 18 Haziran 1997 tarihli istifa arasında illiyet bağının nasıl kurulabileceği ve bunun cebir sayılıp sayılmayacağıdır. Sincan’da tanklar, Hükümeti devirmek için ve Hükümet Binasına doğru yol çıkarılmışsa, mülga TCK m.147’ye göre Hükümeti cebren devirme suçuna teşebbüsten bahsedilebilir. Tanklar, Hükümeti devirmek için yürütülmemişse veya bundan vazgeçilmişse veya bu tanklar ile 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı arasında bir bağlantı yoksa, en önemlisi de 18 Haziran 1997 tarihine kadar Refahyol Hükümeti devam etmişse, bu tarihte Başbakan Necmettin Erbakan, Hükümete karşı kullanılan elverişli vasıtalarla cebren istifa ettirilmek zorunda bırakılmamışsa ve Hükümet cebren devrilmemişse, kendiliğinden veya gördüğü baskı veya aldığını belirttiği tehditle Başbakanlıktan istifa etmişse ve bu nedenle Hükümet son bulmuşsa (ki rahmetli Necmettin Erbakan, Başbakanlıktan Hükümet ortağı DYP’nin Genel Başkanı Tansu Çiller’in Başbakanlığı lehine istifa ettiğini ifade etmiştir), o tarihte yürürlükte olan TCK m.147’ye göre Hükümeti cebren devirme suçunun oluştuğu kabul edilemez. Çünkü mülga TCK m.147’ye göre;  “Türkiye Cumhuriyeti İcra Vekilleri Heyetini cebren iskat veya vazife görmekten cebren menedenlerle bunları teşvik eyliyenlere ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası hükmolunur”. Yeni Türk Ceza Kanunu m.312’de ise, “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükumetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.” hükmüne yer verilmiştir.

Tehditle, yani korkutucu güce veya baskıya dayalı olarak, cebir ve şiddet kullanılmaksızın, Anayasa ile kurulu düzenin bir meşru gücüne karşı, Türk Ceza Kanunu'nda, “Hükümete karşı suç” olarak tanımlanan suç işlenemez. Bu suçun işlenmesinde "cebir ve şiddet" unsuru, suçun maddi unsuru olarak kabul edilmiştir. Bu tespit, "suçta ve cezada kanunilik" ilkesinin doğal bir sonucudur. Tasarıda “tehdit” kavramının Anayasa ile kurulu düzene, TBMM’ye ve Hükümete karşı işlenen suçlarda bir unsur olarak kabul edilmesi önerilmişse de, bu öneri kanunlaşmamıştır.

Cebir ve şiddet kullanılmaksızın, sadece baskı gücü kullanılarak veya tehditle Anayasa ile kurulu düzene müdahale amacıyla gerçekleştirilecek fiiller, siyasi ve sosyal anlamda "darbe" olarak adlandırılabilir, fakat "tehdit" kavramına bir unsur olarak yer verilmemesi nedeniyle Hükümete karşı suç sayılamaz. Bunun sebebi, kişi hak ve hürriyetlerinin koruyucusu olan, önceden suç sayılmayan, suç sayıldığı birey ve toplum tarafından bilinmeyen fiillerden dolayı kimsenin cezalandırılamayacağını öngören "suçta ve cezada kanunilik" adlı Ceza Hukuku prensibidir.

“Kanunilik” ilkesi ve hukuki öngörülebilirlik; Anayasa m.13, m.38, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.7 ve TCK m.2 ile güvence altına alınmıştır. Hiç kimse, kanunda suç sayılmayan ve karşılığında ceza gösterilmeyen fiilden dolayı suçlanıp cezalandırılamaz.

28 Şubat’ın siyaset, demokrasi ve asker tarafından Hükümete yapılan müdahalesi ile ilgili tartışmaları bir kenarda tutup, sırf hukuki mülahaza ile hareket edildiğinde, Hükümete karşı suçun işlenebilmesi için öncelikle ortada elverişli vasıtalarla cebren, Hükümeti görevlerini yapmaktan alıkoymaya yönelik somut fiiller tespit edilmelidir. Çünkü Hükümete karşı suçun maddi unsuru cebir ve şiddettir. Elverişli vasıtalarla cebir ve şiddet kullanılmaksızın bu suçun işlenebilmesi mümkün değildir. Kaldı ki, tehdit kavramına, Hükümete karşı suçun maddi unsurunda yer de verilmemiştir.

4 Şubat 1997 tarihinde başladığı söylenen ve 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında belirgin hale geldiği kabul edilen, ancak 18 Haziran 1997 tarihinde Necmettin Erbakan’ın, Tansu Çiller lehine istifa etmesine varan süreçte, Hükümete karşı suçun maddi unsuru sayılan elverişli vasıtalarla işlenen cebir ve şiddet net bir şekilde tespit edilememiş ve bundan dolayı da Başbakanlıktan ve Hükümetten istifanın varlığı saptanamamışsa, suçun maddi unsurunun oluştuğu sonucuna varılamaz, bunun sebebi “suçta ve cezada kanunilik” prensibidir.

Yürütülen tanklardan ve yapılan MGK toplantısında alınan kararlardan hemen sonra ve bunlara bağlı olarak Hükümet görevini yapamaz hale gelirse ve Başbakan istifa etmek zorunda bırakılırsa, illiyet bağının varlığından bahsedilebilir ki, bu durumda “kanunilik” ilkesi gereğince elverişli vasıtalarla cebir ve şiddetin kullanılıp kullanılmadığına ve buna bağlı olarak Hükümetin iş yapamaz hale getirilmesine teşebbüs edip edilmediğine veya cebren yıkılıp yıkılmadığına bakılmalıdır.

Hükümete karşı suçun işlendiğinden bahsedilebilmesi için öncelikle; bu suçun failleri tarafından elverişli vasıtalarla cebir ve şiddete girişilmeli, bu cebrin etkisi ile mülga Kanun zamanında Hükümet devrilmeli veya yeni Kanun döneminde bu suça teşebbüs tespit edilmelidir. Aksi halde, o süreçte yaşanan, demokrasi açısından kabul edilmeyen veya görevden kaynaklanan yetkinin kötüye kullanılması veya suç için anlaşma kapsamında kaldığı değerlendirilebilecek fillerin, mülga TCK m.147 ve yürürlükte olan TCK m.312’de sayılan maddi ve manevi unsurları karşılamadığı durumda, Hükümete karşı suçun işlendiği sonucuna varılamaz.

“Tehdit” kavramı; Anayasa ile kurulu düzene, Meclise ve Hükümete karşı suçların maddi unsuru olarak düşünülmekte ise, bu konuda yasal değişikliğe gidilmesi gerektiği tartışmasızdır. Bunun dışında; “kanunilik” ilkesi karşısında, kanunda açıkça suç olarak tanımlanmayan bir fiilden kıyas yaparak veya kıyasa varabilecek genişletici yorumla suç ortaya koyulamaz.