Prof. Dr. Ersan Şen
Dr. Erkan Duymaz
Susma ve Kendini Suçlamama Hakkının Tanıklıkta Yeri
10.08.2024 / Prof. Dr. Ersan Şen, Dr. Erkan Duymaz
Susma ve kendini suçlamama hakkı (“nemo tenetur” ilkesi), adil/dürüst yargılanma hakkının önemli unsurlarından birisidir. Anayasa’nın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar” kenar başlıklı 38. maddesinin 5. fıkrası, “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” demektedir. Susma ve kendini suçlamama hakkı esasen suç isnadı altında bulunan kişilere tanınan bir ayrıcalıktır. Bu ayrıcalığın amacı; kişiye, zorlama ve baskı yoluyla delil elde edilmesine karşı koruma sağlamak, kişinin baskı altında ifade vermesini engellemek ve kişiyi kötü muameleye karşı korumaktır. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Kendisi veya yakınları aleyhine tanıklıktan çekinme” başlıklı 48. maddesi, bu hakkın suç isnadı alında bulunmayan tanıklar bakımından da geçerli olduğunu belirtmektedir. Bu düzenlemeye göre, “Tanık, kendisini veya 45 inci maddenin birinci fıkrasında gösterilen kişileri ceza kovuşturmasına uğratabilecek nitelikte olan sorulara cevap vermekten çekinebilir”.
Halihazırda hakkında ceza davası açılmış, hatta ilk derece yargılamasında mahkum olmuş bir kişi, aleyhine sonuç doğuracağı gerekçesiyle başka bir soruşturma veya yargılama kapsamında tanıklıktan çekinme hakkına sahip midir? Anayasa Mahkemesi, tanıklık etme yükümlülüğünü yerine getirmesini sağlamak amacıyla kişinin disiplin hapsine tabi tutulması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğin iddiasını incelediği Yakup Güneş kararında (B. No: 2019/15907, 19/3/2024) bu soruya olumlu yanıt vererek susma ve kendini suçlamama hakkının kapsamı hakkında önemli belirlemelerde bulunmuştur.
AYM kararına konu olayda; öncesinde Silivri Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda infaz ve koruma memuru olarak görev yapan başvurucu hakkında FETÖ/PDY üyesi olduğu iddiasıyla kamu davası açılmış, İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesince yürütülen yargılama sonucunda başvurucunun silahlı terör örgütü üyeliği suçundan hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir. Mahkumiyet kararına göre başvurucu; başka eylemler yanında, örgüt üyelerini dini sohbet adı altında düzenlenen örgütsel toplantılara çağırmış ve toplantıya katılanlardan para toplamıştır. Tutuklu yargılanan başvurucu, yargılama süresince kendisine isnat edilen suçları işlediğini kabul etmemiştir. Başvurucunun bu karara karşı yaptığı istinaf başvurusu esastan reddedilmiştir.
Başvurucu hakkında yürütülen yargılama devam ederken, Adıyaman Cumhuriyet Başsavcılığınca, başvurucu ile aynı dönemde aynı kurumda infaz koruma memuru olarak görev yapan M.Ş. hakkında silahlı terör örgütüne (FETÖ/PDY’ye) üye olma suçundan soruşturma başlatılmıştır. M.Ş. bu soruşturma kapsamında alınan kolluk ifadesinde, başvurucunun bir dershanede öğretmen olarak çalışan H.K. tarafından yapılan sohbetlere katıldığını beyan etmiş ve fotoğraflarından başvurucu ile Mu.Ş. adındaki bir kişiyi bu sohbetlere katılan kişiler olarak teşhis etmiştir.
M.Ş.nin ifadesinde adı geçen Mu.Ş. hakkında silahlı terör örgütüne (FETÖ/PDY) üye olma suçundan soruşturma yürüten Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı, M.Ş.’nin beyan ve teşhisleri doğrultusunda Mu.Ş. ile H.K. yönünden başvurucuyu Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla tanık olarak dinlemek istemiştir. Ancak başvurucu, tanıklık yemini etmesine rağmen tanık sıfatıyla ifade vermek istemediğini beyan etmiştir.
Bunun ardından Başsavcılık, tanıklıktan çekinebilecek kişilerden olmadığı halde tanıklık yapmadığı gerekçesiyle sulh ceza hakimliğinden başvurucu hakkında disiplin hapsi kararı verilmesini talep etmiştir. Başsavcılığa göre, hakkında mahkumiyet kararı verildiği için başvurucu CMK m.48 kapsamında kalmamaktadır. Başsavcılığın talebi üzerine SEGBİS aracılığıyla başvurucunun beyanı alınmıştır. Başvurucu bu kapsamda verdiği beyanda, ifade vermesi halinde yargılandığı davada aleyhine sonuç doğabileceği gerekçesiyle tanıklıktan çekindiğini dile getirmiştir. Hakimlik ise, yasal bir sebep olmaksızın tanıklıktan çekindiği gerekçesiyle başvurucunun 30 gün disiplin hapsine tabi tutulmasını ve tanıklık etmesi halinde derhal salıverilmesine karar vermiştir. Başvurucunun bu karara karşı yaptığı itiraz reddedilmiştir. Daha sonraki bir tarihte, başvurucu tarafından İstinaf Mahkemesi kararına karşı yapılan temyiz başvurusu reddedilmiş ve hakkındaki mahkumiyet kararı kesinleşmiştir.
Başvurucu; AYM önünde, tanıklık etme yükümlülüğünü yerine getirmesini sağlamak amacıyla disiplin hapsine tabi tutulmasının kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir. AYM, ilk aşamada, tanıklık etme yükümlülüğünün yerine getirilmesini sağlamak amacıyla kişinin hapsedilmesinin, Anayasa m.19/2’de geçen “kanunda öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak” özgürlükten yoksun bırakma haline karşılık geldiğini belirtmiş ve ardından kişi hürriyetine yönelik bu müdahalenin Anayasa m.13’de öngörülen ölçütlere uygun olup olmadığını incelemeye girişmiştir. Yüksek Mahkeme; Anayasa m.38/5’de düzenlenen susma ve kendini suçlamama hakkının aynı zamanda adil/dürüst yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden birisi olduğunu, bu güvencenin ilk olarak suç isnadı altındaki kişilere haklarında yürütülen suç isnadına dayalı yargılamalar yönünden güvence sağladığını, bununla birlikte güvencenin sadece suç isnadı altında bulunan kişilerle ve bu kişiler hakkında yapılan yargılamalarla sınırlı olmadığını, çünkü m.38/5’de, kendisine zorlama yapılması yasaklanan kişinin yargılamadaki sıfatıyla ilgili bir ifadeye yer verilmediğini ve herhangi bir yargılamadan söz edilmediğini belirtmiştir (§ 58-59).
AYM’ye göre; Anayasa m.38/5, “haklarında suç isnadında bulunulabilmesi için henüz suç isnadı altında olmayan kişilerin ve yeni suç isnadında bulunulabilmesi veya var olan isnadın ispatlanması için hâlihazırda suç isnadı altında olan kişilerin de kendilerini suçlayıcı beyanda bulunmaları veya bu yolda delil göstermeleri konusunda zorlanmasını yasaklamaktadır”. Dolayısıyla Yüksek Mahkemeye göre, “tanık da olsa bir kişi Anayasa’nın 38. maddesinin beşinci fıkrası gereğince, vereceği beyanın hakkında suç isnadında bulunabilmesine yahut var olan isnatlara yeni isnatlar eklenmesine neden olabileceği veya var olan isnatların ispat edilmesinde kullanılabileceği hâllerde beyanda bulunmaya zorlanmamalıdır” (§ 59).
Bu ilkeler çerçevesinde somut vakayı inceleyen AYM, başvurucunun tanık olarak dinlenmek istendiği tarihte mahkumiyet kararının henüz kesinleşmediğine dikkat çekmiştir. Başvurucu hakkındaki mahkumiyet kararının gerekçelerinden birisinin de başvurucunun örgüt üyelerini dini sohbet kisvesi altında düzenlenen örgütsel toplantılara çağırmak ve toplantıya katılan örgüt üyelerinden kurban parası gibi adlarla para toplamak olduğunu kaydeden AYM, başvurucunun bu suçlamayı reddettiğini, başvurucunun tanıklığına başvurulmak istenen olayın kendisinin de katıldığı iddia edilen toplantılara ilişkin olduğunu, dolayısıyla tanık olarak vereceği beyanın devam eden yargılamada aleyhine kullanılabileceğini, ayrıca bu beyanın başvurucuya yeni bir suç isnadına kullanılabileceğini veya mevcut isnatların ispat edilmesinde kullanılabileceğini belirtmiştir (§ 61). AYM’ye göre, başvurucunun bu koşullarda tanıklığa zorlanması Anayasa m.38/5’e aykırılık oluşturmaktadır: “Tanığın hakkında yeni suç isnatlarında bulunulmasına veya beraat edebileceği hâlde mahkûmiyet kararının onanmasına sebebiyet verme ile disiplin hapsine maruz kalma seçenekleri arasında seçim yapmaya zorlanması susma ve kendini suçlayıcı beyanda bulunmama hakkının gereklilikleriyle bağdaşmamaktadır” (§ 62). AYM, Anayasa m.38/5’e dayanarak yaptığı bu tespit neticesinde, somut olayda başvurucunun “tanık olarak ifade verme yönünde kanuni bir yükümlülük altında olmadığını”, bu nedenle başvurunun maruz kaldığı disiplin hapsi cezasının kanuni temelden yoksun olduğunu ifade etmiştir.
AYM’nin kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı kapsamında verdiği bu karar; tanık konumundaki kimselerin susma ve kendini suçlamama hakkının CMK m.48’in lafzı ile sınırlı olmadığını, daha doğrusu olmaması gerektiğini göstermektedir. CMK m.48, kişinin kendisini ve m.45/1’de sayılan yakınlarını ceza kovuşturmasına uğratacak nitelikte beyanda bulunmaya zorlanmamasını güvenceye alırken, hakkında devam eden yargılamada aleyhine sonuç doğurabilecek beyanlar bakımından herhangi bir şey söylememektedir. AYM’nin de belirttiği gibi, hukuk sistemimizde tanığa, “vereceği beyanın hakkında devam eden suç isnadına bağlı yargılamalarda kullanılmasını veya hakkında yeni suç isnatlarında bulunulmasını önleyen hukuki bir düzenleme mevcut değildir”. Bu durumda kişi, yargılandığı davada aleyhine sonuç doğurabilecek beyanda bulunma ile yaptırıma uğrama seçenekleri arasında seçim yapmaya zorlanabilmektedir. CMK m.60/1, yasal bir sebep bulunmaksızın tanıklıktan veya yeminden çekinen kimselere “dava hakkında hüküm verilinceye kadar ve her halde üç ayı geçmemek üzere disiplin hapsi” verilebileceğini öngörmektedir. Kişi hürriyetine ciddi bir müdahale niteliğinde olan disiplin hapsi ile kendi aleyhine tanıklık arasında seçim yapmaya zorlanmak, AYM’nin de isabetle ifade ettiği gibi Anayasa m.38/5’de öngörülen susma ve kendini suçlamama güvencesi ile bağdaşmamaktadır. Bu bakımdan Yüksek Mahkemenin oybirliği ile ulaştığı sonucun yerinde olduğu kanaatindeyiz.
Bununla birlikte AYM’nin, somut olaydaki müdahalenin kanuni dayanağı hakkında detaylı bir açıklama yapmadığı görülmektedir. Nitekim Mahkeme, Başsavcılığın ve sulh ceza hakimliğinin aksine, başvurucunun “tanık olarak ifade verme yönünde kanuni bir yükümlülük altında olmadığını” belirtmiş ve Anayasa m.38/5’i buna dayanak almışsa da CMK m.48’in somut olaydaki uygulanma şekli bakımından herhangi bir tespitte bulunmamıştır. Kararda; ihlale yol açan hususun madde metninin lafzından mı, yoksa adli mercilerce yorumundan mı kaynaklandığı belirsiz görünmektedir.
Bu maddede geçen “ceza kovuşturmasına uğratabilecek” ifadesinin başvurucunun durumunu kapsayacak şekilde geniş yorumlanması mümkün müdür? Kanımızca, CMK m.48’de geçen “ceza kovuşturması” kavramı, Anayasa m.38/5 ile geniş düşünülmeli ve hem kişinin mahkum olduğu, ancak henüz kanun yolu incelemesi aşamasında bulunan ve yukarıda yer alan açıklamalar sebebiyle aleyhine sonuçlanma ve cezanın artma ihtimali bulunabileceğinden, mevcut davasını ve diğer soruşturma ve kovuşturmaları da kapsayacak şekilde anlaşılmalıdır.
Anayasa m.38/5’de öngörülen “nemo tenetur” ilkesinin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.45’in ve m.48’in dayanağı olduğu, hiç kimsenin, kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolla delil göstermeye zorlanamayacağı hususunda tereddüdün bulunmadığı, hatta bu ilkeye ters düştüğüne inandığımız “Şüpheli veya sanığın beden muayenesi ve vücudundan örnek alınması” başlıklı CMK m.75’de şüpheli veya sanığın rızası hilafına beden muayenesine veya vücudundan örnek alınacağına ilişkin hükmün de Anayasa m.38/5 karşısında sorunlu olduğu, bu nedenle Anayasa m.38/5’in yanında İHAM ile AYM’nin emsal kararlarına da yansıdığı üzere, “nemo tenetur” ilkesinden taviz verilmesinin itham sisteminde mümkün olmadığı, ceza muhakemesinde bu ilkenin sınırlarının CMK m.45’de ve m.48’de gösterildiği, dolayısıyla CMK m.48’e göre tanığın, kendisini veya CMK m.45/1’de gösterilen kişileri her ne kadar CMK m.45/1’de “ceza kovuşturması” kavramına yer verilse de, bundan Anaysa m.38/5 uyarınca ceza soruşturmasının da anlaşılması gerektiği, “normlar hiyerarşisi” prensibi bakımından Anayasa m.11 gereğince Anayasanın üstün olduğu ve kanunların da Anayasaya aykırı olamayacağı, hatta CMK m.48’in 2. cümlesi gereğince tanığa cevap vermekten çekinebileceğinin önceden bildirilmesinin gerektiği, m.49’da da mahkeme başkanı veya hakimin veya Cumhuriyet savcısı bakımından tanıklıktan çekinme sebebinin her ne kadar hükümde “gerekli görüldüğünde” denilse de, bu çekişmenin dayanağını oluşturan olguların bildirilmesinin zaruri olduğu ve bu hususta, gerektiğinde de kendisine yemin verdirilmesi gerektiği, görüleceği üzere Anayasanın ve ilgili kanun hükümlerinin “nemo tenetur” ilkesine çok önem verdiği, bu nedenle tanığın kendisini ve Kanun hükmünde gösterilen yakınlarını suçlayan beyanda bulunmaya zorlanamayacağı ve çekinme hakkını kullanan tanığa da disiplin tazyikinin tatbik edilemeyeceği, bu konuda tartışma bulunmadığı, dolayısıyla tanıklıktan ve yeminden sebepsiz çekinme olmadıkça, geçerli nedeni bulunan hakkın da hakim veya mahkeme tarafından üç aya kadar “disiplin tazyiki” isimli disiplin hapsi verilemeyeceği, disiplin tazyikine ilişkin hapsin uygulanma sınırının tanığın tanıklığına ilişkin yükümlülüğüne uygun davranması haline bağlandığı, bunun da kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı üzerinde ciddi bir baskı ve sınırlama oluşturduğu, tanığın kendisini veya Kanun hükmünde gösterilen yakınlarını suçlayamayacağına dair hükmün çerçevesinin çizildiği ve yargı makamlarının buna bağlı kalması gerektiği kanaatindeyiz.
Bu bilgiler ışığında somut olay incelendiğinde;
Şahıs hakkında silahlı terör örgütü üyeliğinden İlk Derece Mahkemesi tarafından mahkumiyet kararı verildiği, bu karara karşı istinaf kanun yoluna başvurulduğu ve o yolun da sanık aleyhine tükendiği, mahkumiyet kararının ve dosyanın temyiz merci olan Yargıtay’a gönderildiği, bu durumda sanığın aleyhine temyiz yoluna gidilip gidilmediğinin önem taşıdığı, sanık aleyhine temyiz yoluna gidilmişse Yargıtay’ın temyiz incelemesinde aleyhe bozma kararı verebileceği hususu dikkate alındığında, bozma sonrası devam edecek yargılamada “nemo tenetur” ilkesinin önem kazanacağı, ancak sanık hakkında mahkumiyet kararı verilmekle birlikte, aleyhe kanun yoluna gidilmemişse, sanık bakımından müktesep hak öne çıkacağından, kanun yolunu inceleyen mahkeme tarafından sanık aleyhine bozma kararı verilemeyeceği, dolayısıyla bir suçtan iki defa yargılanma ve cezalandırılma yasağı olduğundan (ne bis in idem ilkesi) gereğince başvurucunun tekrar cezalandırılması veya cezasının artırılması mümkün olamayacağından, burada “nemo tenetur” ilkesinin başvurucu bakımından ihlal edildiğinin söylenemeyeceği, çünkü yapacağı tanıklık sebebiyle kendisinin veya Kanun hükmünde öngörülen yakınlarının soruşturulması veya kovuşturulması ihtimali gündeme gelmeyecekse, Anayasa m.38/5’de öngörülen yasağın ve AYM kararına konu olan kararda kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının sınırlandığından bahsedilemeyeceği, bir an için sanığın kesinleşmiş mahkeme kararının yargılamanın yenilenmesi veya Başsavcı itirazı veya kanun yararına bozma yollarından birisi ile sorumlu tutulma ihtimali olduğunda, somut olayda aleyhe temyiz olmadığı varsayıldığında Başsavcı itirazının başarılı olamayacağı, kanun yollarına gidilmiş olması sebebiyle kanun yararına bozmanın gündeme gelemeyeceği, somut olayda başvurucu hakkında mahkumiyet kararı verildiğinden, “Sanık veya hükümlünün aleyhine yargılamanın yenilenmesi nedenleri” başlıklı CMK m.314/1-c gereğince bir an için tanığın kendisi aleyhine verme ihtimali bulunan beyanından dolayı yargılamanın yenilenmesi yolu ile tekrar yargılanmasının ve cezalandırılmasının veya daha ağır cezalandırılmasının mümkün olmadığı, ancak tanığın beyanı üyesi olduğu kabul edilen örgüt üyeliğinin yanında terör örgütünün faaliyetleri kapsamında amaç veya araç suçlardan birisine girme ihtimali zuhur edebileceğinden, bu yönde tanığın tanıklıktan çekinebileceği, çünkü tanık olarak dinlendiği, unsurları TCK m.314/3 atfıyla TCK m.220 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda tanımlanan örgüt üyeliği suçu kapsamında faaliyet suçlarından sorumlu tutulma ihtimali bulunduğu, daha önce hakkında verilen mahkumiyet kararıyla hukuki ve fiili kesinti kesildiğinden, mütemadi suç olan örgüt üyeliği suçundan tekrar suçlanma ve yargılanma ihtimali dikkate alınarak, başvurucu hakkında “nemo tenetur” ilkesinin ihlali yoluyla, esasen bu haktan yararlandırılması gerekirken, sadece tanığın daha önce mahkum olduğu ve hakkında da aleyhe kanun yoluna gidilmediğinden bahisle tanıklığının kendisinin ve yakınlarının aleyhine olmayacağının kabulü ile CMK m.60 uyarınca tatbik edilen disiplin tazyik hapsi haksız olup, başvurucunun İHAS m.5 ve Anayasa m.19 güvencesi altında bulunan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ihlal edilmiştir.
Ayrıca; her ne kadar sırf sanığın kanun yoluna başvurduğu ve somut olayda dosyasının temyiz aşamasında olduğu, aleyhe temyize gidilmemişse aleyhe bozma yasağının uygulanacağı ve müktesep hakla sanığın korunacağı söylense de, sanığın lehe yaptığı temyiz sonucunda kararın usuli bir sebeple, örneğin dosyada bir tanığın hukuka uygun dinlenmediği, müdafi yokluğu veya son sözün usule uygun tanınmadığı gibi sebeplerle bozulduğunda, her ne kadar müktesep hak ceza miktarı bakımından koruyucu olsa da, sanığın temyiz ettiği sebepten lehe bozma kararı çıkabilecekken, sırf tanıklıktan çekinme hakkı olmasına rağmen, tanıklık yapmak zorunda bırakılarak, bozulan kararın bu defa bu nedenle, yani dava devam ettiğinden bahisle dosyaya giren yeni delil nedeniyle, örneğin açık veya örtülü ikrarından dolayı tekrar mahkumiyete konu edilmesi ve tekrar gidilecek temyiz yolunda onanması gündeme gelebilecektir. Bu nedenle de, sanığın sırf lehine kararı temyiz kanun yoluna götürmesi, hakkında mahkumiyet kararı verildiğinden bahisle “nemo tenetur” ilkesini engellemeyecek ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan tazyik hapsini haklı kılmayacaktır.
Her ne kadar Anayasa m.38/5’de hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamayacağı ve buna bağlı olarak CMK m.45’de tanıklıktan çekinmeden, yani yakın akrabalık ilişkisi nedeniyle hiç tanıklık yapamayacağı kabul edilse de, “Kendisi veya yakınları aleyhine tanıklıktan çekinme” başlıklı CMK m.48’in farklı bir uygulama içerdiği, çünkü bu maddede sorulara cevap vermekten çekinmeden bahsedildiği söylenebilir. Kanaatimizce; CMK m.45 tanıklıktan çekinme kapsamında giren kişiler bakımından tam çekinmeyi ve tanıklık yapmamayı içerdiği halde, CMK m.45/1 kapsamına girip tanıklıktan çekinmeyeceğini bildirenler bakımından bu defa CMK m.48’in ve m.49’un öngördüğü koruma başlayacaktır. Tanık çekinmeyip tanıklık yapmaya başladığında, kendisini veya m.45/1’de gösterilen kişileri ceza kovuşturmasına (bizce soruşturması da dahil) uğratabilecek sorulara cevap vermekten çekinebilecektir. Hatta ifadeyi alan adli makam tarafından tanığa cevap vermekten çekinebileceğinin önceden bildirilmesi suretiyle, m.49’da da mahkeme başkanı veya hakim veya Cumhuriyet savcısı tarafından gerekli görüldüğünde m.45, m.46 ve m.48’de gösterilen halleri gösteren somut olgular tanıktan istenebilir ve bu hususta gerektiğinde kendisine yemin verdirebilir.
Nitekim kolluk (jandarma ve polis), bu hükümler nedeniyle Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda tanık dinleyemez. Bunun tek bir istisnası, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu Ek m.12’de öngörülmektedir.
Anayasa m.38/5 açık olduğu halde, CMK m.45’in şüphelinin veya sanığın kendisini kapsamadığı, bir şüphelinin veya sanığın veya hükümlünün kendisi aleyhine tanıklıktan çekinebileceğinin CMK m.48’de düzenlendiği, burada ise mutlak ve bütüncül bir çekinmeden bahsedilmediği, sadece kendisinin ceza kovuşturmasına (bizce soruşturma dahil) uğratabilecek nitelikte olan sorulara cevap vermekten çekinebileceğinin belirtildiği, hatta bu konuda CMK m.48’in ikinci cümlesi ile m.49’un uygulanabileceği, dolayısıyla başvurucunun kesinlikle tanıklık yapmayacağına dair bir direnç haklı olabilse de, tanıklığa başlayıp kendisine sorulan soruların kendi aleyhine sonuçlara yol açabileceğinden bahisle sorulara cevap vermekten çekinebileceği ve bu hususun CMK m.49’a göre kendisine bildirilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Somut olayda; başvurucunun örgütün sohbet adlı toplantılara katılması ile ilgili tanıklığına başvurulacağından, bir bütünde başlangıçta tanıklığı reddetmesi, Anayasa m.38/5 ile CMK m.48 ve m.49’a uygun düşmektedir. Bu tespitimiz ile bir üst paragrafın çeliştiği gibi bir düşünceye katılmak mümkün değildir, çünkü somut olayda bir bütünde sorulacak soruların tanığın sohbet toplantılarına katılma süreci ile ilgili olduğu görüldüğünden, baştan yaptığı tanıklık reddinde hukuki bir sakınca ve CMK m.48 ile m.49’a aykırılık bulunmamaktadır. Ayrıca, tanık hiçbir soruya cevap vermeyerek de süreci tamamlayabilirdi.